10746,98%0,04
40,59% 0,02
47,10% 1,43
4394,42% 2,22
7018,29% 1,30
Bu rapor, son beş yılda Türkiye'de artan orman yangını tehdidini çok boyutlu bir perspektifle analiz etmektedir. İstatistiksel veriler, yangın sayısında endişe verici bir artış eğilimi gösterirken, mega yangınların yaşandığı 2021 ve 2025 gibi istisnai yılların, on yıllık mücadelenin kazanımlarını tek bir sezonda yok edebilecek orantısız bir etkiye sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Yangınların temel nedeni, %90'ı aşan bir oranla insan faktörüdür; bu faktör, rekreasyonel faaliyetlerden kaynaklanan ihmal ve dikkatsizlikten, altyapısal zafiyetlere ve kasıtlı eylemlere kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Ancak bu tetikleyici unsurları birer felakete dönüştüren ana etken, artık bir "risk faktörü" olmaktan çıkıp yangın rejimini temelden değiştiren bir "tanımlayıcı şart" haline gelen iklim değişikliğidir. Artan sıcaklıklar, uzun süreli kuraklıklar ve uzayan yangın mevsimi, orman ekosistemlerinin yanıcılığını artırarak her bir ihmali ve kasıtı yıkıcı bir tehdide dönüştürmektedir.
Rapor, mevcut yangınla mücadele paradigmasının reaktif ve söndürme odaklı yapısının, küçük ve orta ölçekli yangınlarda taktiksel başarılar sağlasa da, mega yangınlar karşısında stratejik olarak yetersiz kaldığını savunmaktadır. Çözüm, söndürme kapasitesini artırmanın ötesinde, proaktif ve bütüncül bir "dayanıklılık yönetimi" modeline geçmeyi gerektirmektedir. Bu model; yapay zeka ve uydu teknolojileri gibi yenilikçi erken uyarı sistemlerinin entegrasyonunu, kontrollü otlatma ve biyokütle enerjisi gibi ekolojik ve ekonomik teşviklere dayalı yakıt yükü yönetimini, orman köylüleri ve Yörükler gibi yerel toplulukların kadim bilgilerini ve koruyucu rollerini yeniden canlandıran sosyo-ekonomik politikaları ve yanan alanların ekolojik restorasyonunda tek tip ağaçlandırmadan kaçınan bilimsel yaklaşımları içermelidir. Türkiye'nin ormanlarının geleceği, yalnızca daha fazla uçak veya helikopterle değil, aynı zamanda iklim değişikliğine uyumlu, bilimi, teknolojiyi, toplumu ve ekolojiyi birleştiren entegre bir vizyonla güvence altına alınabilir.
Son on yıllık veriler incelendiğinde, Türkiye'deki orman yangınlarının doğasında temel bir değişim gözlemlenmektedir. 1937-2025 dönemini kapsayan 89 yıllık süreçte yıllık ortalama yangın sayısı 1.435 iken, son 10 yıllık (2015-2024) ortalama, neredeyse iki katına çıkarak 2.732'ye yükselmiştir. Bu durum, tutuşma kaynaklarının ve yangın çıkma riskinin önemli ölçüde arttığını net bir şekilde göstermektedir.
Bununla birlikte, aynı dönemde yangın başına düşen ortalama yanan alan miktarında bir azalma eğilimi dikkat çekmektedir. Uzun vadeli ortalama 15,1 hektar/yangın iken, son 10 yıllık ortalama 9,42 hektar/yangına gerilemiştir. Bu istatistik, Orman Genel Müdürlüğü'nün (OGM) yangına ilk 15 dakika içinde müdahale etme gibi hızlı ve etkin ilk müdahale kapasitesini artırma stratejisinin, rutin ve kontrol edilebilir ölçekteki yangınların büyümesini engellemede başarılı olduğunu düşündürmektedir. Ancak bu başarı, daha büyük bir stratejik zafiyeti maskeleme riski taşımaktadır. Yangın sayısındaki artış durdurulamadığı sürece, söndürme kapasitesindeki her gelişme, giderek artan bir baskı altında kalmaktadır. Bu durum, sistemin taktiksel olarak başarılı ancak stratejik olarak önleme konusunda zayıf kaldığı bir "kontrol yanılsaması" yaratmaktadır. Sistem, çok sayıda küçük yangını etkin bir şekilde yönetmek üzere optimize edilmiş gibi görünse de, bu durum onu, asıl büyük hasara yol açan aşırı iklim olaylarının da tetiklediği mega yangınlar karşısında savunmasız bırakmaktadır.
2021 yılı, Türkiye'nin yangın tarihinde bir dönüm noktası olarak kayıtlara geçmiştir ve "kontrol yanılsaması" olgusunun en somut kanıtını oluşturmaktadır. O yıl çıkan yangınlarda toplam 139.503 hektar orman alanı zarar görmüştür. Bu rakam, 2005-2022 yılları arasındaki 18 yıllık dönemde yanan toplam alanın %46'sını tek başına oluşturmaktadır.
2025 yazı ise, Türkiye'nin hafızasında yalnızca rekor sıcaklıklarla değil, aynı zamanda yangınların coğrafyasıyla da yer edecektir. Ülke, güney sahilleri boyunca alevlerle mücadele etmeye alışkınken, ülkenin batı ve kuzeybatı kalbinde –Bolu, Bursa, Afyonkarahisar ve Ankara gibi bölgelerde– büyük ölçekli ve sistematik yangınların patlak vermesi, tarihsel normlardan önemli bir sapmayı temsil etmektedir. Neredeyse eş zamanlı olarak ve genellikle yerleşim merkezlerine yakın, ulaşılması zor arazilerde meydana gelen bu olaylar, iklim değişikliği ve insani ihmalin ötesine geçen kritik soruları gündeme getirmektedir.
Türkiye'nin iç güvenlik manzarasını ve bölgesel güç duruşunu kökten değiştiren devasa bir jeopolitik değişimin yani PKK’nın resmi olarak silahsızlanması sürecinin arka planında yer alan stratejik gerçekler, bu anormallik arz eden yangınların, Türkiye'ye karşı yürütülen asimetrik bir savaşın yeni ve sinsi bir cephesi olup olmadığını da sorgulamamızı gerektiriyor.
Yangınların örüntüsünü, "nedeni bilinmeyen" vakaların yüksek oranının yarattığı kritik zafiyeti, PKK'nın dağılmasından olumsuz etkilenen başta İsrail olmak üzere potansiyel devlet ve devlet dışı "bozguncu" aktörlerin güdülerini ve bu yeni bağlamda çevresel savaşın stratejik mantığını da analiz etmeye çalışacağız.
Bu meselenin özü sadece yangınların kendisi değil, aynı zamanda zamanlamasıdır. Devletin, 40 yıllık bir çatışmadan kaynaklanan kaynaklarını yeniden tahsis etmeye hazırlandığı bir anda, yeni ve kaynak-yoğun bir güvenlik tehdidinin ortaya çıkması son derece şüphe uyandırıcıdır. Bu durum, PKK'nın silahsızlanmasından elde edilen jeopolitik "barış temettüsü" ile bu temettüyü geçersiz kılmak üzere tasarlanmış, inkarı mümkün yeni bir savaş biçiminin ortaya çıkışı arasında potansiyel bir neden-sonuç ilişkisine işaret etmektedir.
Türkiye'deki orman yangınlarının kökeni ezici bir çoğunlukla insana dayanmaktadır. Yangınların %86 ila %97 gibi çok yüksek bir oranının insan faaliyetleri sonucu çıktığı, çeşitli raporlar ve istatistiklerle tutarlı bir şekilde ortaya konulmaktadır. Bu durum, yangınla mücadelenin sadece bir söndürme operasyonu değil, aynı zamanda karmaşık bir sosyal, kültürel ve altyapısal sorunlar bütünü olduğunu göstermektedir.
İnsan kaynaklı yangınların en büyük alt kategorisini ihmal ve dikkatsizlik oluşturmaktadır. Bu kategorideki eylemler, genellikle kötü niyet taşımayan ancak sonuçları felaket olabilen davranışlardır.
Özellikle yaz aylarında, ormanlık alanlara artan insan akını, yangın riskini doğrudan yükseltmektedir. Tamamen söndürülmemiş piknik ve mangal ateşleri ile dikkatsizce atılan sigara izmaritleri, en sık rapor edilen yangın nedenleri arasındadır. Turizm sezonunun en yoğun olduğu dönemin, aynı zamanda iklimsel olarak yangın riskinin en yüksek olduğu döneme denk gelmesi, bu riski katlamaktadır.
Ormanlara 4 kilometre mesafede yasak olmasına rağmen, anız yakma geleneği, özellikle rüzgarlı havalarda kontrol dışına çıkarak orman yangınlarını tetikleyen önemli bir kaynak olmaya devam etmektedir.
Ormanlık alanlara veya yakınlarına bırakılan çöpler de ciddi bir tehlike kaynağıdır. Çöplüklerde (belediye veya kaçak) başlayan yangınların ormana sıçraması sıkça görülmektedir. Bunun yanı sıra, doğaya atılan cam şişe ve kırıklarının mercek görevi görerek güneş ışınlarını kuru otlar üzerinde odaklaması ve yangın başlatması, basit bir ihmalin ne denli büyük sonuçlar doğurabileceğinin somut bir örneğidir.
Bireysel ihmallerin ötesinde, yangın riskini artıran sistemsel ve politik faktörler de mevcuttur.
· Altyapı Eksiklikleri: Özellikle ormanlık alanlardan geçen enerji nakil hatlarının bakımsızlığı veya standartlara uygun olmaması, önemli bir yangın nedenidir. Rüzgarla birbirine çarpan tellerden çıkan kıvılcımlar veya hatlara temas eden ağaç dalları, birçok yangının başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Bazı analizlere göre yanan alanların %20'sinden fazlasının bu tür altyapısal arızalardan kaynaklanması, dağıtım şirketlerinin daha sıkı denetlenmesi ve bakım yükümlülüklerini yerine getirmesi gerektiğini göstermektedir.
· Kentleşme ve Arazi Kullanım Politikaları: Kırsaldan kente göçün bir sonucu olarak terk edilen tarım ve mera alanlarının doğal olarak ormanlaşması, Türkiye'nin orman varlığını niceliksel olarak artırsa da, bu durum niteliksel bir iyileşme anlamına gelmemektedir. Diğer yandan, özellikle kıyı bölgelerinde, insan yerleşimlerinin, turizm tesislerinin, maden sahalarının ve altyapı projelerinin ormanların içine doğru genişlemesi (Kır-Kent Arayüzü), insan-orman etkileşimini tehlikeli bir şekilde artırmaktadır. Bu politikalar, orman ekosistemlerini parçalayarak daha kırılgan hale getirmekte ve tutuşma olasılığını yükseltmektedir.
2025 yılında Türkiye'nin yangınla mücadele tarihinde belirgin bir kırılma yaşanmıştır. Geleneksel olarak Ege ve Akdeniz bölgelerinde yoğunlaşan büyük orman yangınları, bu yıl ülkenin endüstriyel ve nüfus yoğunluğu yüksek batı ve kuzeybatı bölgelerine sıçrayarak yeni ve endişe verici bir coğrafi örüntü sergilemiştir.
Son günlerde Bolu, Bursa, Eskişehir, Afyonkarahisar, Ankara gibi yerlerde meydana gelen yangınların sistematik özellikleri; eş zamanlılık, konumlandırma ve yoğunluk kavramları üzerinde kendini göstermektedir.
Bu yangınların geleneksel olmayan bölgelere coğrafi olarak dağılması, klasik bir asimetrik taktiğin özelliklerini taşımaktadır. Bu strateji, devleti çok daha geniş bir "cepheyi" savunmaya zorlayarak, normalde yüksek riskli güney bölgelerinde yoğunlaşan özel kaynaklarını (yangın söndürme uçakları, elit yer ekipleri) seyreltecektir. Zira, Türkiye'nin yangınla mücadele altyapısı, tarihsel ve lojistik olarak Ege ve Akdeniz bölgeleri için optimize edilmiştir.
Bu durum, kaynakların uzun mesafelere yeniden konuşlandırılmasını gerektiren bir lojistik kabus yaratır, müdahale sürelerini artırır ve bu bölgelerdeki yerel ekiplerin bu büyüklükteki yangınlarla mücadelede deneyimsiz olabileceği gerçeğini ortaya koyar. Sonuç, daha etkili bir yangın (daha uzun süre yanar, daha geniş bir alanı kaplar) ve devletin kaynakları üzerinde orantısız bir baskıdır. Bu örüntü, rastgele bir dizi kazadan ziyade, bilinen lojistik zayıflıkları istismar eden zeki bir düşmana işaret etmektedir.
Türkiye'deki orman yangını istatistiklerinde en endişe verici unsur, "nedeni bilinmeyen" (meçhul) olarak sınıflandırılan yangınların oranının tehlikeli bir şekilde yüksek olmasıdır. 2014-2024 döneminde bu oranın %47,4'e fırlamış olması, sadece bir veri boşluğu değil, aynı zamanda potansiyel bir stratejik zafiyettir. Bu durum, kasıtlı eylemlerin, istatistiksel belirsizlik ve adli ispat zorluklarının arkasına gizlenmesi için ideal bir ortam yaratmaktadır.
Büyük ölçekli orman yangınlarında kundaklamanın soruşturulması, adli bilimlerin en zorlu alanlarından biridir. Bu zorluklar, "meçhul" kategorisinin neden bu kadar şişkin olduğunu ve neden kasıtlı eylemler için bir kalkan görevi görebileceğini açıklamaktadır:
Yangının kendisi, birincil derecede kanıt yok edicidir. Yangın soruşturma alanı, tarihsel olarak bilimsel dayanaktan yoksun "parmak kuralları" ve araştırmacı önyargılarıyla gölgelenmektedir. Bu durum, hatalı sonuçlara, yanlış mahkumiyetlere ve titiz, standartlaştırılmış bir metodolojinin eksikliğine yol açmıştır. Güvenilir görgü tanıkları veya net kamera kayıtları olmadığında, karmaşık bir yanma örüntüsü içinde kasıtlı olarak çıkarılmış bir yangını kazara çıkandan ayırt etmek, son derece yüksek bir ispat standardı gerektirir. Bu durum, savcıların bir kundaklama davasını başarıyla sonuçlandırmasını zorlaştırmaktadır.
"Nedeni bilinmeyen" vakaların yüksek istatistiksel oranı ile kundaklamayı kanıtlamanın doğasında var olan bilimsel zorluğun birleşimi, mükemmel bir "gri bölge" yaratır. Bu belirsizlik, piro-terörizm faillerinin, eylemlerinin kesin olarak kendilerine atfedilmeyeceği ve dolayısıyla misillemeden kaçınacakları yönünde yüksek bir güvenle hareket etmelerine olanak tanır.
Resmi soruşturmalar ve tutuklamalar bu tabloyu daha da karmaşıklaştırmaktadır. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, 26 Haziran'dan itibaren 33 ilde 97 şüpheli hakkında işlem yapıldığını ve 21'inin tutuklandığını açıklamıştır. Ancak, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya tarafından bu tutuklamalara ilişkin yapılan detaylı basın açıklamaları incelendiğinde, nedenlerin neredeyse tamamen bireysel ihmal ve dikkatsizliğe dayandığı görülmektedir: kaynak makinesi veya tarım ekipmanlarından sıçrayan kıvılcımlar, bahçe atıklarının yakılması ve hatta bir mezara mum dikilmesi gibi olaylar. Vatandaşın ısrarlı takibi ve gözlemi sonrasında Orhaneli-Harmancık yangınında FETÖ bağlantılı bir eski asker, suçüstü yakalanmış ve sorguda itiraf etmiştir. İfadesinde ilaç kullandığı, psikolojik sorunları olduğu, hapse girmek istediği gibi ifadelerle tam da yazımızda izah edilen prototipe uygun davranış sergilemiştir.
"Nedeni bilinmeyen" istatistiği pasif bir veri noktası değildir; asimetrik savaşın aktif bir kolaylaştırıcısıdır. Bir düşmanın yeni ve tespit edilemez bir silah yaratmasına gerek yoktur. Sadece hedefin adli ve yargısal sistemlerindeki önceden var olan, sistemik zayıflıkları istismar etmesi yeterlidir. Bir devlet aktörü (örneğin bir istihbarat servisi) gizli bir operasyon planlarken makul inkar edilebilirliğe öncelik verir. Hedefin zafiyetlerini değerlendirir ve Türkiye'nin adli sisteminin tüm orman yangınlarının neredeyse yarısının nedenini belirleyemediğini görür. Ayrıca, tutuklamalar yapıldığında bile bunların düşük seviyeli ihmaller için olduğunu, sistemin sofistike, koordineli saldırıları tespit etmeye yönelik olmadığını fark eder. Vardığı sonuç basittir: orman yangınları başlatmak düşük riskli, yüksek etkili bir operasyondur. Sistem, nedeni zaten kaza veya "bilinmeyen" olarak yanlış atfetmeye hazırdır. Bu nedenle, belirsizliğin kendisi bir silaha dönüşür.
Yangınlar Kimin İşine Gelir?
Tarafların samimiyeti, sonucun başarılı olup olmayacağı, terör unsurlarının Öcalan’ın emrinde mi yoksa terör destekçisi ülkelerin emrinde olduğu mu konularından bağımsız olarak kısa bir tahlil yapalım:
40 binden fazla insanımıza mal olan ve 40 yıldır süren bir terör sarmalının sona ermesi demek, şehit ve ölüm haberlerinin azalması ile birlikte Türk ekonomisine 2 trilyon dolarlık bir maliyet getiren dönemin de kapanması anlamına gelir. Bu da iç konsolidasyonunun sağlanması, iç güvenlik tehdidin azalması, devasa askeri ve mali kaynakların yeniden tahsisi, özellikle Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar’da artan bölgesel güç projeksiyonu ve diplomatik özgürleşme demektir. Bu da İran ve İsrail başta olmak üzere reel ve potansiyel düşmanlarımızı endişelendirmeye yetecektir. Öte yandan ABD başta olmak üzere bir çok ülkeden mali kaynak alan ve bu kaynaklardan vazgeçmek istemeyen PKK’nın radikal ve ayrılıkçı unsurlarını ve FETÖ mensuplarını da unutmamak gerekir. Düşük maliyetli, yüksek etkili, kolay inkar edilebilir ve psikolojik savaş içerikli bu alan, sadece taktiksel değil aynı zamanda iletişimsel bir hal alır. Zira ateş tam bir yıkım ve silme mesajı içerir.
Bombalamalar veya silahlı saldırılar açıkça terörizm olarak tanımlanabilir, failleri belirlenebilir ve potansiyel olarak misillemeye yol açarak halkı hükümetin etrafında birleştirebilir. Ancak sistematik orman yangınları belirsiz bir alanda yer alır. Net bir atıf olmaksızın terörün etkilerini (korku, ekonomik kayıp, ölüm) yaratırlar. Bu belirsizlik, bozguncunun barış ortamının vaadine saldırmasına olanak tanır. Mesaj şudur: "Hükümetiniz size barış ve güvenlik vaat etti, ancak her zamankinden daha az güvendesiniz. Anlaşma bir başarısızlıktır."
Ateşin Çocukları ve Körükçü İsrail
PKK ve bağlantılı grupların, kundaklamayı bir silah olarak kullanma konusunda belgelenmiş bir geçmişi vardır. Bu taktik, "ateş terörizmi" olarak adlandırılmıştır. "Ateşin Çocukları İnisiyatifi" gibi gruplar geçmişte kundaklama eylemlerini üstlenerek, bu taktiğin hareketin kurumsal hafızasının bir parçası olduğunu göstermiştir. Ayrılıkçı bir grup, bu durumda yeni bir taktik icat etmek yerine bilinen bir taktiği yeniden canlandırıyor olacaktır. Bu ideolojik olarak motive olmuş, deneyim sahibi ayrılıkçı gruplar, bir dış devlet sponsoru için mükemmel, inkar edilebilir vekillerdir. Bir dış aktörün sahip olmadığı güdüye, teknik bilgiye ve sahada varlığa sahiptirler. Dolayısıyla bu girişimlerin doğrudan PKK adına yapması gerekmemektedir. Halkımızın ‘kanı bozuk’ ibaresi ile tanımladığı yapısal çürüme Milletimizin düşmanı herhangi bir yapı tarafından doğrudan kullanılabilir.
Dezenformasyonla mücadele stratejisi, hem olgusal olarak doğru hem de stratejik olarak yetersiz kalmaktadır. Belirli sahte görüntüleri çürüterek lokal savaşlar kazanılırken, anlatı savaşı kaybedilmektedir. Bu strateji, sadece sahte sosyal medya paylaşımlarıyla değil, yangınların örüntüsü tarafından üretilen altta yatan, meşru kamuoyu şüphesini ele almakta başarısız olmaktadır. Devlet, tüm sabotaj iddialarını "dezenformasyon" olarak reddederek, bu meşru endişelere sahip halkı yabancılaştırma riskiyle karşı karşıya kalabilir.
Toplumsal Tepkilerdeki İkiyüzlülük:
Türkiye'deki çevre sorunlarına yönelik söylemlerde dikkat çekici bir ikilik mevcuttur. Erzincan'daki siyanür sızıntısı gibi büyük ölçekli, faili belli endüstriyel felaketlere karşı haklı ve güçlü bir toplumsal tepki oluşurken ya da maden işletmelerine karşı salt ağaç edebiyatı üzerinden politik eylemler geliştirilirken orman yangınlarının büyük çoğunluğuna neden olan küçük, yaygın ve anonim ihmal eylemlerine karşı benzer bir toplumsal seferberliğin gözlemlenmemesi bir çelişki yaratmaktadır. Medyanın çerçeveleme biçimi de genellikle dramatik ve tekil olaylara odaklanırken, kronik ve sistemsel bir sorun olan bireysel dikkatsizliği yeterince işlememektedir. Bu durum, riskli davranışların toplumsal olarak kanıksandığı bir "sapmanın normalleşmesi" durumuna işaret edebilir. Söndürülmemiş bir piknik ateşi veya araçtan atılan bir sigara izmariti, bir maden sızıntısı kadar somut bir "kötü"ye sahip olmadığı için, sorumluluk dağılmakta ve önleme kültürü gelişememektedir. Bu nedenle, yangın önleme stratejileri sadece bilgi vermenin ötesine geçerek, doğada riskli davranışları normalleştiren bu kültürel kör noktayla da mücadele etmelidir.
İklim değişikliğinin en doğrudan ve ölçülebilir etkisi, ortalama sıcaklıklardaki artış ve aşırı sıcak hava dalgalarının sıklık ve yoğunluğundaki tırmanıştır. Yüksek sıcaklıklar ve buna eşlik eden uzun süreli kuraklık dönemleri, orman ekosistemleri üzerindeki nem stresini artırır. Orman altı örtüsü, yaprak döküntüleri, ince dallar ve ağaçların kendisi gibi canlı ve ölü yakıtlar, normalden çok daha hızlı bir şekilde kurur. Nemi azalmış bu yakıtlar, çok daha düşük bir enerjiyle (bir sigara izmariti veya küçük bir kıvılcım gibi) tutuşabilir hale gelir. Ayrıca, kuruyan yakıtlar yandığında daha fazla ısı enerjisi açığa çıkarır, bu da yangınların daha hızlı yayılmasına ve daha yoğun, kontrol edilmesi zor "taç yangınlarına" dönüşmesine neden olur. 2024 yılında Türkiye'de ve Avrupa'da kırılan sıcaklık rekorları, bu artan yanıcılık potansiyelinin canlı bir örneğidir.
Bu genel iklimsel baskıya ek olarak, bölgesel hava olayları da riski tırmandırmaktadır. Örneğin, 2021'deki büyük Manavgat yangınının hızla yayılmasında, Toros Dağları üzerinden esen sıcak ve kuru "Föhn" rüzgarlarının kritik bir rol oynadığı analiz edilmiştir. Bu tür yerel ve bölgesel dinamikler, küresel ısınmanın etkilerini yerel ölçekte katlayarak, önceden yönetilebilir olan yangınları kontrol edilemez felaketlere dönüştürmektedir.
İklim değişikliği ile orman yangınları arasındaki ilişki tek yönlü değildir; tehlikeli bir geri besleme döngüsü oluşturmaktadır. Ormanlar, devasa karbon yutaklarıdır; ağaçlarda, bitki örtüsünde ve toprakta büyük miktarda karbon depolarlar. Bir orman yandığında, bu depolanmış karbonun önemli bir kısmı karbondioksit (CO2) olarak atmosfere salınır. Bu emisyonlar, atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunu artırarak küresel ısınmayı daha da şiddetlendirir. Isınan iklim, daha sıcak ve kuru koşullar yaratarak gelecekteki orman yangınlarının hem daha sık hem de daha şiddetli olmasına neden olur. Bu kısır döngü, ormanları birer karbon yutağı olmaktan çıkarıp birer karbon kaynağına dönüştürme riski taşır ve iklim krizini daha da derinleştirir. Türkiye'nin ormanlarının karbon tutma kapasitesinin 2017'den 2021'e kadar neredeyse yarı yarıya azalmış olması, bu tehlikeli döngünün ülkemizdeki somut bir göstergesidir.
Orman yangınları, sadece ağaçların yanmasından ibaret bir olay değildir; ekosistemin yapısını, işleyişini ve geleceğini derinden etkileyen karmaşık ekolojik süreçlerdir. Türkiye'nin, özellikle Akdeniz ve Ege bölgelerindeki orman ekosistemleri, binlerce yıldır yangınla birlikte evrimleşmiş olsa da, iklim değişikliğinin ve insan müdahalelerinin değiştirdiği yeni yangın rejimleri, bu hassas dengeyi tehdit etmektedir. Ancak bu adaptasyon, madalyonun sadece bir yüzüdür. Kızılçam ormanları, aynı zamanda oldukça yanıcı bir yapıya sahiptir. İğne yaprakları, reçineli gövdeleri ve kurak iklim koşullarına uyumları, onları yangının hızla yayılması için ideal bir yakıt haline getirir. İklim değişikliği nedeniyle artan yangın sıklığı ve şiddeti, Kızılçam'ın doğal yenilenme kapasitesini aşabilir. Sık tekrarlanan yangınlar, genç fidanların olgunlaşıp tohum üretecek yaşa gelmesine izin vermeden alanı tekrar yakarak ormanın yerini kalıcı olarak çalılıklara (maki) bırakmasına neden olabilir. Ayrıca, yanan kozalakların kendileri de patlayarak etrafa köz saçan birer "yangın bombası" görevi görebilir ve yangının sıçrayarak yayılmasına katkıda bulunabilir.
· Genç ve Sık Fidanlıklar: Genellikle yangın sonrası yapılan hızlı ağaçlandırma çalışmalarıyla oluşturulan bu sahalar, aynı yaşta ve sık dikilmiş ağaçlardan oluşur. Bu homojen yapı, "merdiven yakıtlar" olarak bilinen bir risk oluşturur. Yani, yerdeki ölü örtüden başlayan bir yüzey yangını, alçak dallar ve sık ağaçlar vasıtasıyla kolayca ağaçların tepelerine (taçlarına) tırmanabilir. Bu durum, tüm ormanı yok eden, yüksek şiddetli ve kontrolü son derece zor olan taç yangınlarına yol açar.
· Olgun ve Yaşlı Ormanlar: Doğal yollarla gelişmiş, farklı yaş ve boyutta ağaçları barındıran yaşlı ormanlar ise yangına karşı daha dayanıklıdır. Bu ormanlarda; daha kalın kabuklu yaşlı ağaçlar, yerden daha yüksekte başlayan taçlar, daha seyrek bir yapı ve orman tabanında daha serin ve nemli bir mikroiklim bulunur. Bu yapısal çeşitlilik, yüzey yangınlarının taçlara sıçramasını zorlaştırır ve yangınların genellikle daha düşük şiddette kalmasını sağlar.
Yanan alan henüz tohum üretecek yaşa gelmemiş genç bir orman ise, doğal yenilenme mümkün olmaz. Bu durumda tek çözüm, suni ağaçlandırmadır. Türkiye'de Anayasa'nın 169. maddesi, yanan orman alanlarının yeniden ağaçlandırılmasını zorunlu kılmaktadır. Ancak bu zorunluluğun uygulanma biçimi, uzun vadeli ekolojik sonuçlar açısından kritik bir önem taşımaktadır. Yaygın olarak uygulanan, hızlı sonuç alma odaklı, tek tür (monokültür) ve sık dikim ağaçlandırma pratikleri, yukarıda belirtildiği gibi geleceğin yangına dayanıksız ormanlarını yaratma riski taşımaktadır. Bu durum, iyi niyetli ve yasal bir zorunluluk olan ağaçlandırma politikasının, farkında olmadan bir "ağaçlandırma paradoksu" yarattığını göstermektedir. Yani, bugünün yangınına bulunan çözüm, yarının mega yangını riskini artırabilmektedir. Bu paradoksu kırmak için, ağaçlandırma yöntemlerinin ekolojik dayanıklılığı ön planda tutacak şekilde yeniden tasarlanması gerekmektedir.
Orman yangınları krizine karşı etkili bir mücadele, sadece söndürme kapasitesini artırmaktan geçen reaktif bir yaklaşımla mümkün değildir. Sorunun kökenindeki ekolojik, teknolojik, sosyal ve yasal dinamikleri ele alan, proaktif ve bütüncül bir dayanıklılık stratejisi gerekmektedir. Bu strateji, yangınları "öncesi, sırası ve sonrası" ile bir bütün olarak yönetmeyi hedeflemelidir.
Modern teknoloji, yangın riskini öngörme ve erken müdahale kapasitesini kökten değiştirme potansiyeline sahiptir.
· Yapay Zeka Destekli Erken Uyarı: Türkiye'de pilot uygulamaları yapılan ve %80 doğruluk oranıyla 24 saat öncesinden yangın riskini tahmin edebilen FireAId gibi yapay zeka tabanlı risk haritalama sistemlerinin ülke geneline yaygınlaştırılması kritik bir adımdır.
· Uydu ve Kamera Gözetimi: OroraTech gibi uydu tabanlı termal görüntüleme sistemleri, özellikle uzak ve erişimi zor bölgelerdeki yangınları anında tespit etme imkanı sunarken, ALERTCalifornia modelinde olduğu gibi stratejik noktalara yerleştirilecek kapsamlı kamera ağları, riskli alanların 7/24 gerçek zamanlı izlenmesini sağlayabilir.
· Yenilikçi Söndürme Maddeleri: Geleneksel su ve köpük kullanımının ötesinde, uzun süre etkili, çevre dostu jel formundaki yangın geciktiricilerin, özellikle kritik altyapı tesisleri ve yerleşim yerlerinin etrafındaki yüksek riskli bölgelerde proaktif bir koruma kalkanı olarak uygulanması değerlendirilmelidir.
Yangınların davranışını belirleyen en önemli faktörlerden biri yakıt yüküdür. Bu yakıtı yönetmek, yangınları önlemenin ve şiddetini azaltmanın en etkili yoludur.
· Stratejik Yakıt Yönetimi: Orman altı ölü örtü temizliği, ağaçların alt dallarının budanması ve orman içi seyreltme gibi müdahaleler, özellikle yol kenarları, yerleşim yeri çevreleri ve enerji nakil hatları altı gibi stratejik bölgelerde sistematik olarak uygulanmalıdır.
· Kontrollü Otlatma: Tarihsel olarak orman kanunlarıyla çatışma yaşayan ancak ekolojik olarak son derece değerli bir yakıt yönetimi aracı olan kontrollü otlatma pratiği, bilimsel temellere oturtularak yeniden canlandırılmalıdır. Özellikle keçiler, orman altındaki yanıcı çalı ve ince bitki örtüsünü temizlemede oldukça etkilidir. Bu yöntem, hem maliyet-etkin hem de ekolojik olarak sürdürülebilir bir çözümdür. Bu anlamda Yörük göç yolları yeniden planlanmalı ve hayata geçirilmelidir.
· Tampon Bölgeler Oluşturma: Yerleşim yerleri ve tarım arazileri ile ormanlar arasına, Kızılçam gibi yanıcı türler yerine meşe, menengiç gibi yangına daha dayanıklı, geniş yapraklı ağaç türlerinden oluşan tampon bölgeler veya "yeşil kuşaklar" tesis edilmelidir.
Orman yangını riskini artıran en önemli faktörlerden biri, orman tabanında biriken yanıcı biyokütledir. Bu birikimin temel nedenlerinden biri, kırsal kesimde geleneksel yakacak odun toplama alışkanlığının azalmasıdır. Bu riski bir ekonomik fırsata dönüştürecek bir biyo-ekonomi modeli, yangın önlemede devrim yaratabilir.
· Biyokütleden Enerji: Orman içi temizlik ve seyreltme çalışmalarından elde edilen dallar, kozalaklar, kuru yapraklar ve diğer atıklar, biyokütle enerji santrallerinde yakılarak elektrik ve ısı enerjisine dönüştürülebilir.
· Katma Değerli Ürünler: Bu biyokütle, aynı zamanda toprağın karbon tutma kapasitesini artıran biyokömür (biochar) veya tarımsal verimliliği artıran kompost gibi katma değerli ürünlere dönüştürülebilir. Bu konuda çok yakın bir arkadaşımın geliştirdiği orman atıkları ile çok daha fazla dayanıklı ve ucuz sunta üretimi modeli malesef ilgili kurumlarca yeterince ilgi görmemiştir. Zira alışkanlıkları bozmak dünyanın en zor işidir.
Bu yaklaşım, yangın önleme için yapılan bir masrafı; kırsal istihdam, temiz enerji ve ekonomik gelir yaratan bir döngüsel ekonomi modeline dönüştürür. Böylece, ekolojik dayanıklılık ile ekonomik teşvikler aynı hedefe hizmet eder. Hem orman köylüsüne gelir getiren, hem üretim maliyetlerini azaltarak ekonomik girdi sağlayan hem de orman yangınlarının sebeplerinden birini önemli ölçüde ortadan kaldıran bu proje mutlaka devletçe desteklenmelidir.
Yangınların %90'ının insan kaynaklı olduğu bir ortamda, çözümün merkezinde de insan olmalıdır.
Ormanla iç içe yaşayan Orman Köylüleri ve konar-göçer Yörükler, tarihsel olarak ormanın en iyi koruyucuları ve bekçileri olmuştur. Ancak modern ormancılık politikaları ve sosyo-ekonomik değişimler, bu toplulukların ormanla olan bağını zayıflatmış, hatta zaman zaman karşı karşıya getirmiştir.
· ORKÖY Programlarının Güçlendirilmesi: Orman Köylülerini Kalkındırma (ORKÖY) fonları, sadece ekonomik destek sağlamanın ötesinde, bu destekleri doğrudan yangın önleme ve orman koruma faaliyetlerine katılım şartına bağlayacak şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. Biyokütle toplama, kontrollü otlatma işletmeleri kurma gibi projeler önceliklendirilmelidir.
· Geleneksel Bilginin Entegrasyonu: Özellikle Sarıkeçili Yörükleri gibi toplulukların keçi otlatma pratikleri ve doğa bilgisi, modern yangın yönetimi planlarına entegre edilmelidir. Onların deneyimleri, orman ekolojisine dair merkezi planlamanın gözden kaçırabileceği değerli bilgiler sunmaktadır.
· Gönüllülük Sisteminin Desteklenmesi: Orman köylüleri için zorunlu yangın mükellefiyetinin yerini alan gönüllülük sisteminin daha etkin hale getirilmesi için yerel gönüllü ekiplerinin eğitimi, donanımı ve yasal güvenceleri artırılmalıdır.
Mevcut farkındalık kampanyaları genellikle yangın mevsimiyle sınırlı kalmakta ve "ateş yakmayın" gibi basit uyarılardan öteye geçememektedir. Riskli davranışların normalleştiği bir ortamda, daha derin bir kültürel dönüşüm gereklidir.
· Yıl Boyu Eğitim: Kampanyalar, neden-sonuç ilişkisini vurgulayarak yıl boyu sürmelidir. Cam şişenin nasıl yangın çıkarabileceği gibi somut örneklerle risk algısı güçlendirilmelidir.
· Kültürel Bağların Kullanımı: Eski Türk kültüründe ağacın ve ormanın sahip olduğu kutsal ve mitolojik anlam, modern iletişim kampanyalarında kullanılarak, ormanları korumanın sadece bir yasal zorunluluk değil, aynı zamanda kültürel bir sorumluluk olduğu mesajı verilmelidir.
6831 Sayılı Orman Kanunu, hem ihmal (2-7 yıl hapis) hem de kasıt (10 yıldan müebbete kadar hapis) için oldukça ağır cezalar içermektedir. Bu açıdan Türkiye'nin yasal çerçevesi, İspanya gibi diğer Akdeniz ülkeleriyle benzer bir caydırıcılık seviyesindedir. Ancak asıl sorun, yasaların ağırlığından çok, uygulanmasındaki zorluklardır. "Nedeni bilinmeyen" yangınların yüksek oranı, suçluların tespitinde ve cezalandırılmasında yaşanan güçlüklere işaret etmektedir. Bu nedenle, adli ormancılık ve çevre suçları konusunda uzmanlaşmış, olay yeri inceleme kapasitesi yüksek birimlere yatırım yapılarak, yasal çerçevenin kağıt üzerinde kalmayıp sahada etkin bir caydırıcılık sağlaması temin edilmelidir.
· İstihbarat ve Terörle Mücadele: İstihbarat öncelikleri, çevresel terörizmi birincil bir ulusal güvenlik tehdidi olarak içerecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. Piro-terörizm, artık sadece bir kundaklama suçu olarak değil, potansiyel bir devlet destekli gizli operasyon biçimi olarak ele alınmalıdır.
· Adli ve Yargısal Kapasitenin Güçlendirilmesi: "Adli ormancılık" alanını güçlendirmek için büyük bir ulusal girişim başlatılmalıdır. Bu, yeni teknolojilere yatırım yapmayı, titiz bilimsel metodolojileri benimsemeyi ve araştırmacılar için büyük ölçekli yangınlarda kundaklama atfının zorluklarına karşı özel eğitimler düzenlemeyi içermelidir. Amaç, "nedeni bilinmeyen" kategorisini daraltarak failler için riski artırmak olmalıdır.
· Stratejik İletişim: Basit dezenformasyon çürütmelerinin ötesine geçilmelidir. Yangınların anormal doğası hakkındaki kamuoyu endişelerini kabul eden, atıf zorluklarını şeffaf bir şekilde açıklayan ve piro-terörizmin psikolojik etkisine karşı uzun vadeli toplumsal dayanıklılık inşa eden daha sofistike bir kamuoyu iletişim stratejisi geliştirilmelidir. Hükümet, halkın meşru şüphelerini "dezenformasyon" olarak reddetmek yerine, bu şüpheleri ciddiye aldığını ve tüm olasılıkları araştırdığını gösteren bir tutum sergilemelidir.
· Entegre Yangın Yönetimi: Ulusal yangın müdahale stratejileri, kötü niyetli ve zeki bir düşmanın varlığını varsayarak adapte edilmelidir. Bu, kaynak tahsisini yeniden değerlendirmeyi, tarihsel olarak düşük riskli ancak şimdi hedef alınan bölgelere varlıkları önceden konumlandırmayı ve sadece doğa veya ihmal kaynaklı rastgele olaylara değil, kasıtlı saldırılara karşı yeni protokoller geliştirmeyi içerir. Ormanlık alanlara yakın kritik altyapının güvenliğinin artırılması ve geleneksel olmayan bölgelerde gözetimin (örneğin, foto kapanlar aracılığıyla) yoğunlaştırılması bu adaptasyonun bir parçası olmalıdır.
· Doğal Yenilenmeye Öncelik: Ekolojik olarak uygun olan, özellikle tohum bankası sağlam yaşlı orman alanlarında, insan müdahalesini en aza indirerek doğal yenilenme süreçlerine öncelik verilmelidir.
· Dayanıklı Ormanlar Tasarlamak: Ağaçlandırmanın zorunlu olduğu (örneğin, yanmış genç ormanlar gibi) sahalarda ise, sık dikimli tek tür fidanlıklar yerine, yangına dayanıklı yaşlı ormanların yapısını taklit eden karışık türlerden oluşan, değişken sıklıkta bir dikim modeli benimsenmelidir. Bu model, yangına daha dayanıklı geniş yapraklı türleri de içermelidir.
Bu raporun ortaya koyduğu analiz, Türkiye'nin orman yangınları gerçeğinin basit ve tekil nedenlere indirgenemeyecek kadar karmaşık olduğunu göstermektedir. Artan tutuşma vakaları, bu vakaların ezici çoğunluğunun insan kaynaklı olması, iklim değişikliğinin bu riskleri katlayarak birer felakete dönüştürmesi ve mevcut ormancılık pratiklerinin yarattığı ekolojik kırılganlıklar, sorunun çok katmanlı doğasını ortaya koymaktadır.
Gelinen noktada, yangınla mücadelenin paradigmasını temelden değiştirmek bir tercih değil, bir zorunluluktur. Sadece yangın çıktıktan sonra müdahale etmeye odaklanan, reaktif bir yangın söndürme anlayışından, yangınların hiç çıkmamasını veya çıktığında yıkıcı boyutlara ulaşmasını engelleyen, proaktif bir peyzaj dayanıklılığı anlayışına geçiş yapılmalıdır. Bu, ormanları sadece söndürülecek birer alev yumağı olarak değil, içinde yaşayan insanlarla, ekolojik döngülerle ve iklimsel gerçeklerle bir bütün olarak yönetilmesi gereken canlı sistemler olarak görmeyi gerektirir.
Bu yeni vizyonun hayata geçirilmesi;
· Yapay zeka gibi en ileri teknolojileri, ormanların korunması için seferber etmeyi,
· Kontrollü otlatma gibi kadim ekolojik bilgeliği modern bilimle harmanlayarak yeniden canlandırmayı,
· Orman atıklarını bir risk unsuru olmaktan çıkarıp kırsal kalkınma ve temiz enerji için bir kaynağa dönüştüren döngüsel ekonomi modelleri kurmayı,
· Yasal çerçevenin caydırıcılığını sadece kağıt üzerinde değil, etkin soruşturma ve uygulama ile sahada hissettirmeyi,
· Ve en önemlisi, ormanları Ankara'dan yönetilen birer odun deposu olarak görme anlayışını terk edip, ormanla yaşayan, ondan geçinen ve onu en iyi tanıyan yerel toplulukları, yani orman köylülerini ve Yörükleri, koruma çabalarının merkezine yerleştirmeyi gerektirir.
Türkiye'nin ormanlarının geleceği, sadece teknolojik üstünlükle değil, aynı zamanda ekolojik bilgelik, toplumsal adalet ve kültürel saygıyla örülmüş bütüncül bir stratejiyle güvence altına alınabilir. Yangınları önlemek, onları söndürmekten her zaman daha kolay, daha ucuz ve ekolojik olarak daha doğrudur. Bu ilke, geleceğe yönelik tüm politika ve uygulamaların temel taşı olmalıdır.
CEMAL AKKUŞ